Bir Dünya Mirası: Bergama

1959 yılında Mısır Hükümeti, Nil Nehri üzerinde inşa edilen Assuan Barajı dolunca su altında kalacak Ebu Simbel ve Filai tapınaklarının kurtarılması için Birleşmiş Milletler’in Eğitim, Bilim ve Kültür Organizasyonu UNESCO’dan yardım istedi. Açılan kampanyada 50 ülkenin katkısıyla yaklaşık 80 milyon USD toplandı ve tapınaklar bölüm bölüm kesilerek baraj dolduğunda etkilenmeyecekleri şekilde bulundukları yerden yukarıya tekrar kuruldu. Bu olay, dünyadaki bazı yerlerin insanlığın ortak mirası olduğu ve bu yerlere sahip çıkmanın ülkeler üstü bir görev olduğu fikrinin benimsenmesine yol açtı.

1972’de üstün evrensel değer taşıyan kültürel ve doğal varlıkları koruma amacıyla oluşturulan sözleşmeye atılan imzalarla başlayan macera, ilk defa 1978’de 12 yerin ‘Dünya Mirası’ olarak tescillenmesiyle devam etti. Bu yazının yazıldığı sıralarda 1007 adet kültürel ve/veya doğal varlık insanlığın ortak mirası olarak listelenmiş durumdaydı.

Dünya Mirası olarak tescillenmek o yerin dünya çapında tanınmasına, değerinin korunması için resmi iradenin ve kamuoyu bilincinin oluşmasına, yerel ve uluslararası turizmden daha fazla pay almasına, yeni yatırımlarla birlikte yeni iş alanları kazanmasına, dolayısıyla da yerel ekonomisinin canlanmasına neden oluyor. İşte bu önemli ve prestijli listeye 2014’te kabul edilen son üyelerden biri Bergama.

Yıllar önce Berlin’de bulunan dünyaca ünlü Pergamon Müzesi’ni, üstelik çok etkilenerek gezmiş olmama rağmen, yakın bir zamana kadar kendi topraklarımdaki Bergama’ya ayak basmamış olduğumu itiraf etmeliyim. Dünya Mirası Listesi’ne girmiş olmak elbette benim de ilgimi çekti ve Bergama’yı ziyaret etmek üzere yola düştüm. Ancak Adnan Menderes Havaalanı’na indiğimde beni karşılayan Bergamalı dostlarım olmasa, İzmir’in bu artık dünyaca meşhur ilçesine ulaşmakta epey zorlanacaktım. İnsanlık, ortak mirasını görebilmek için öncelikle eksiksiz bir yönlendirmeye ve havaalanından Bergama’ya direkt toplu taşıma sistemine ihtiyaç duyuyor, buraya yetkililer için not düşeyim.

Bergama’nın tarihi M.Ö. 7. yüzyıla kadar uzanıyor. Kent yerleşimi ilk olarak bugün ‘Kale’ olarak adlandırılan yerde, 330 metre yükseklikte başlamış ve kesintisiz olarak devam etmiş. Hitit dilinde ‘yüksek yerleşim’ anlamına gelen Pergamon adı da hemen hiç değişmeden günümüze kadar gelmiş.

İkibin yılı aşan tarihinde kent Helen, Roma, Bizans ve Osmanlı kültürlerine evsahipliği yapmış; farklı kültürler bazen yanyana, bazen üst üste gelişmiş. M.Ö. 282-133 yılları arasında Bergama Krallığı’nın başkenti olmuş, yıkıma uğramamak için savaşmadan Roma İmparatorluğu’na ‘devredilmiş’, 13. yüzyılda Karesi Beyliği’nin, 14. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun kontrolü altına girmiş. İşte bu yüzden Bergama, sadece Helenistik dönemden kalan arkeolojik kalıntılarla değil, ikibin küsur yıllık kent dokusuyla bir bütün halinde, ‘Çok Katmanlı Kültürel Peyzaj Alanı’ olarak Dünya Mirası Listesi’ne girdi. Hem de başvurusunu yaptıktan sadece 3 yıl sonra, bir başka deyişle Unesco kurallarının mümkün kıldığı en kısa sürede! Üstelik Türkiye’nin İstanbul’dan sonraki en geniş Dünya Mirası alanı olarak…

‘Çok Katmanlı Kültürel Peyzaj Alanı’ şeklinde tanımlanan bölgeye Akropol, Asklepion, Kızıl Avlu, Kozak bölgesinden Kale Tepesi’ne uzanan su kemerleri, tümülüsler, Osmanlı Arastası, Ulu Camii, Kapukaya Kybele Kutsal Alanı, Selinos Çayı ve üzerindeki tarihi köprüler de dahil olmak üzere bugünkü Bergama’nın üçte biri dahil.

Bergama’nın başarısı, aday listesinde halihazırda sadece Türkiye’den 52 yerin bulunduğunu ve bunlardan bazılarının 20 yıldan beri beklediğini söylersek daha iyi anlaşılabilir. Bu başarı, yerel yönetimin konuyu bizzat sahiplenmesinden ve başvuru sürecini dışarıdan bir şirkete ihale etmek yerine, Türkiye’de ilk defa belediye bünyesinde ‘Dünya Mirası ve Alan Yönetimi Birimi’ adıyla 5 kişilik özel bir ekip kurmasından da kaynaklanıyor.

Bu ekip, kamu kurumları ve akademi dünyasının bilgi ve tecrübesini bir araya getirmenin ötesinde, çeşitli STK’ları sürece başarıyla monte etmesiyle de örnek alınabilir. Örneğin, başvuru dosyasına konulacak fotoğraflar için Bergama Amatör Fotoğraf Sanatı Derneği (Beafsad) Türkiye’nin dört bir yanından profesyonel ve amatör fotoğrafçıları üst üste düzenlediği fotomaratonlara davet ederek Bergama’nın her yönden fotoğraflanmasını sağlamış.

Beafsad’ın başkanı Levent Karacaoğlu bana Bergama’da rehberlik etme nezaketini gösterdi ve Akropol’ü gezmek üzere rengarenk Rum evlerinin bulunduğu eski mahalleden yavaş yavaş yukarı tırmandık. Mahalle biterken karşımıza çıkan ve iki sene önce açılan teleferik, tepeye kadar ulaşmanın tek ve ne yazık ki en pahalı yolu. 12 TL’lik ücreti, Bergamalı bir ailenin haftasonu çocuklarını alıp şöyle bir Akropol’ü görmeye gidemeyeceğinin tescili adeta.

Bugün Berlin’deki Pergamon Müzesi’nde sergilenen (fakat müze 2019’a kadar bakım nedeniyle kapalı olduğundan şu anda ziyaret edilemeyen) ve Türkiye’den çıkarılışının meşru olup olmadığı hakkında halen fikir birliğine varılamamış Zeus Sunağı’nı ilk kez gördüğümde, bu koskoca yapının hem de 19. yüzyıl şartlarında nasıl olup da zarar görmeden taşınabildiğine ve tekrar kurulabildiğine hayret etmiştim. Meğer hayretim tapınağın orijinal yerini görünce artacakmış.

Zeus Sunağı’nın inşa edildiği antik başkent Pergamon, denizden uzakta, ani baskınlardan korunmaya elverişli, izole bir tepe üzerindeydi. Kutsal alanlar, pazar yerleri, müsabaka alanları ve tiyatro gibi kamuya açık yapılarla görkemli bir şekilde donatılmıştı. Tepede su kaynağı bulunmadığı için, kapalı basınç boru sistemiyle çalışan, 45 km’lik bir su taşıma sistemiyle çevrelenmişti. Zeus Sunağı, işte o tepenin üstünden, Alman arkeolog Karl Humann tarafından parça parça kesilip aşağı indirildi.

Teleferikten inip ören yerine girdim ve kısa bir yürüyüşle dünyanın en dik tiyatrolarından birinin başına geldim. Bakırçay Ovası’na bakan 10 bin kişilik bu antik dönem tiyatrosu o kadar dik ki, bir zamanlar sökülüp takılabilen şekilde tasarlanmış ahşap sahnesinin olduğu yere bakarken başınız dönebilir ve aşağı yuvarlanacakmış gibi hissedebilirsiniz. Bu durumda kafanızı aksi yöne çevirin. Bütün Bergama fotoğraflarından şıp diye tanıyacağınız Trajan Tapınağı karşınıza çıkacak.

Yürüyüş demişken önemli bir parantez açayım. Son birkaç yıldır Göbeklitepe, Efes, Nemrut Dağı gibi Türkiye’nin dört bir tarafındaki önemli ören yerlerinin çevre düzenlemelerinde eski demiryolu traversleri kullanılmaya başlandı. Bu eski traversler, ahşap olmaları nedeniyle göze estetik ve doğaya uyumlu görünüyor. Ancak üretildikleri dönemde dış etkenlere karşı dayanıklılıklarını artırmak için kullanılan ‘kreozot’ maddesi insan sağlığına zararlı bir kimyasal. Bu nedenle gelişmiş ülkelerde bu traversler ‘zehirli atık’ olarak sınıflandırılıyor. Küllerinde biriken ağır metaller nedeniyle yakılmaları, yer altı sularını kirletmeleri nedeniyle toprağa gömülmeleri kesinlikle yasak. Özel yöntemlerle imha edilmeleri gerekli. Bizde ise, Bergama’daki Akropol ve Asklepion da dahil olmak üzere, ören yerleri bu traverslerle çepeçevre sarılmış vaziyette. Çevre düzenlemesinden sorumlu Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın tüm uyarılara rağmen sağlığa zararlı bu traverslerin kullanılmasındaki ısrarını anlamak kolay değil.

Akropol’ün içinde bugün sadece temelleri görülebilen Bergama Kütüphanesi, Anadolu’nun en eski kütüphanesi kabul ediliyor. Efes ve Hieropolis’ten bile daha eskiydi bu kütüphane. İçinde 200 bin rulo yazma bulunuyordu. İnsanlık tarihi bu ruloların yapıldığı parşömeni Bergamalılar’a borçlu. Daha doğrusu Mısırlılar’ın kıskançlığına… Zira adı Pergamon’dan gelen parşömenin gelişmesine, Bergama Kütüphanesi’ni İskenderiye Kütüphanesi’ne rakip gören Mısırlılar’ın papirüs ihracatını yasaklaması sebep olmuş. Bergama Kütüphanesi’ndeki tüm kitaplar, Romalı devlet adamı Antonius tarafından M.Ö. 41’de Mısır Kraliçesi Kleopatra’ya hediye edilmiş.

Akropol’den inip Bergama’nın diğer ucundaki Asklepion’a doğru yollandık. İki katlı ve cumbalı eski Türk evlerinin sıralandığı sokaklarından birinden geçerken, yıkılmasına ramak kala restore etmek üzere satın aldığı evine bizi davet eden Atabey Pusat ile tanıştım. Harabe halinde, fakat zerafetinden hiçbir şey kaybetmemiş bu güzel evin içini gezerken tavandaki ahşap işlemelere, mutfaktaki çini karolara hayran kaldım. Atabey Bey üst katta bulduğu sandıktan çıkan el yazmalarından da bahsedince ‘Yıl olmuş 2015, demek hala bulunabiliyor böyle evler…’ cümlesi dudaklarımdan döküldü.

Asklepion antik dönemden bir sağlık merkezi. Sağlık tanrısı Asklepios’tan ismini alan merkez M.Ö. 4. yüzyılda kurulmuş, bilinen ilk psikolojik hastane. Burada hastalar su kürleri, spa, çamur banyosu ve çeşitli spor aktiviteleriyle tedavi edilirmiş. En önemli tedavi yollarından biriyse yer altına yapılmış tünelde telkin. Birkaç basamak inerek girilen tünelin iki yanındaki oluklardan halen sürekli su akıyor. Tavanında ise birkaç metrede bir küçük bir pencere var. Merdivenlerden indirilen hastaların tünelin diğer ucuna kadar kendi başlarına gitmeleri istenirmiş. Hastalar su sesiyle sakinleşip yürümeye başlar, tavandaki pencerelere dizilen şifacılar da hasta yürüdükçe ‘İyileşeceksin. Kendini iyi hissedeceksin. İyi olacaksın!’ diye yukarıdan seslenirmiş. Bana sorarsanız şimdi de böyle şifa tünellerine ihtiyacımız var. Keşke endişelendiğimizde, üzüldüğümüzde, çaresiz hissettiğimizde gidip o tünele girsek de biri bize ‘Her şey çok güzel olacak’ diye seslenip moral verse…

Ben moral toplamak için başka bir yöntem izledim ve Bergama’da Osmanlı Dönemi dokusunun en önemli örneği olan Tarihi Arasta’da, ortadaki büyük çınarın altında sakince oturup damla sakızlı sahlep içtim. Hemen Arasta’nın yanında bulunan ve yakın bir tarihte restore edilmiş Kapalıçarşı’nın içinde uzun yıllardır kuyumculuk yapan Ayfer Demirci’yle Dünya Listesi’ne girdikten sonra yabancıların ilgisinde artış olup olmadığını konuştuk. Ayfer Hanım turistlerin Bergama içinde pek görülmediğini, çarşıda sadece düğünler için Bergamalılar’ın altın alışverişi yaptığını anlattı.

Bergama’yı yılda yaklaşık 500.000 yabancı turist ziyaret ediyor, ancak bunların büyük bölümü ilçede konaklamıyor, hatta doğru düzgün vakit bile geçirmiyor. Paket turların müşterisi olarak alelacele ören yerlerini ziyaret ettikten sonra bir sonraki duraklarına, genellikle Efes’e ya da Kuşadası’na doğru, yola devam ediyorlar. Bergama’da konakladığım otelin müdürü Serhat Türk bana bu bilgileri verdikten sonra, camdan o sırada geçmekte olan bir tur otobüsünü işaret ederek ‘Bu otobüse iyi bakın, en fazla bir saat sonra aksi yöne doğru geçecek’ dedi. Gerçekten de, Akropol ve Asklepion’a giden grup biz henüz sohbetimize devam ederken geri dönüyordu. Bu kadar kısa sürede nereyi, ne kadar gezebildikleri meçhuldü. Muhtemelen Kızıl Avlu’ya bile uğramamışlardı.

Kızıl Avlu, M.S. 2. yüzyılda Mısır tanrılarından Serapis, İsis ve Harpokrates’e adanarak yapılmış ve bugün Bergama’nın ortasında kalmış bir tapınak. Adını inşaatında kullanılan kırmızı tuğladan alıyor. Önce sinagog, sonra kilise olarak kullanılmış. Şimdiyse kulelerinden biri cami. Selinos Çayı’nın üzerini kapatan iki büyük tonozlu tünelin üzerine inşa edildiği için çok yerinde ve sevimli bir tanımlamayla bu bölgeye ‘Ne Yerde Ne Gökte Mahallesi’ deniyor.

Yerli ve yabancı turist trafiğinden Bergama’nın hakkını alabilmesi için yapılması gereken daha çok iş var. Öte yandan herkesin dilinde aynı endişeli cümle: ‘Şirince gibi olmak istemiyoruz!’ Dışarıdan gelen yatırımcıların ele geçirdiği, turist çekme uğruna sahiciliğini yitirmiş bir yer haline dönüşmek en büyük tehlike.

Dünya Listesi’ne kabul edilme sürecini bizzat yürüten 5 kişilik ekipten Fatih Kurunaz, bundan sonraki ilk adımın Alan Yönetim Planı’nın yapılması olduğunu söylüyor. Trafiğin akışından asayişe, tanıtımdan kentsel dönüşüme, ‘Çok Katmanlı Kültürel Peyzaj Alanı’nın ve çevresindeki tampon bölgenin nasıl korunacağı ve yönetileceği planlanacak. Bu plan iki yıl içinde detaylandırılıp Unesco’dan onay alındıktan sonra yürürlüğe konacak. Kurunaz bundan sonra yapılması gerekenleri sıralarken, örneğin öğrencileri gezdirmek için bile paraya ihtiyaç olduğunu ve bu amaçla oluşturulmuş fonların eksikliğinin altını çizmeyi de unutmuyor.

Bütün bunları okuduktan sonra, ‘Dünya Mirası’ tanımlamasını sonuna kadar hak etmiş Bergama’yı benim kadar geç kalmadan ziyaret etmenizi dilerim. İzini bırakmış her kültürün tadını ayrı ayrı çıkaracak kadar kalın. Meşhur tulum peynirini ve köftesini tatmadan da dönmeyin!

Bu yazı GEO Türkiye’nin Mart 2015 tarihli sayısında yayınlanmıştır. 

PAYLAŞ: