Uç Uç Böceği, Annem Sana Terlik Papuç Alacak!

ugurbocegi uğurböceği

Bastığınız yere dikkat edin, gözünüzü seveyim’ diye sesleniyor Sait Hoca. Yürüyebileceğimiz alan emniyet şeridi ile çevrelenmiş, ama takan kim! Yaklaşık 250 kişi elimizdeki telefonlara ve kameralara kilitlenmiş vaziyette, birbirimizi ezerek fotoğraf çekmeye çalışıyoruz. KADAK başkanı Sait Kılıçsallayan’ın uyarıları kuvvetle esen rüzgara karışıp duyulmaz oluyor. 2270 metrelik zirveye yaldır yaldır tırmandığım için nefes nefeseyim, ama karşıma çıkan kırmızı manzaranın sıradışılığı kesiyor nefesimi asıl. Hayatımda böyle bir şey görmedim!

Hikayeyi başa sarayım. Olay anından birkaç gün önce, marka sembolü uğurböceği olan n11.com’dan bir mesaj alıyorum: Sponsorları oldukları, yedincisi düzenlenen Kahramanmaraş Uludaz Uğurböceği Festivali’ne davet ediyorlar beni. Festivalden haberim var, geçen seneki fotoğraflarını görmüştüm. Uğurböceklerini merak ettiğimden memnuniyetle kabul ediyorum daveti. Neyse ki, markanın sembolü timsah mimsah değil, yoksa hangi festivalde bulurduk kendimizi maazallah.

Cumartesi sabahı altı kişilik ekip Kahramanmaraş’a uçuyoruz. İner inmez pop yıldızları gibi karşılanıyoruz tabir-i caizse; grubumuza siyah Mercedes bir minibüs tahsis edilmiş. İçine doluşup Kocabaş Konağı’na yollanıyoruz. Konak, Maraş’ın sivil mimari dokusunu temsil eden, yakın zamanda kamulaştırılarak restore edilmiş, güzel bir bina. Bahçesinde bir kuş sütünün eksik olduğu upuzun bir kahvaltı sofrası bizi bekliyor. Masada Maraş’ın İl Kültür ve Turizm Müdürü Seydihan Küçükdağlı tam karşıma oturunca, şehrin değerleri hakkında epey detaylı bilgi edinme fırsatım oluyor. Seydihan Bey çok hoş sohbet, hem uğurböceklerinin hikayesini dinliyoruz ondan, hem bu mükellef sofralardan sonra ne kadar spor yapmamız gerektiğini irdeliyoruz karşılıklı. Yediği biberin acısından iki gözü iki çeşme ağlayanlar bir tarafta, kaymak komasına girenler diğer tarafta… Ben en son sahanda yumurtaya safran ekerken hatırlıyorum kendimi. Ondan sonra, gelsin sodalar, gitsin Türk kahveleri… Ne yapacağımızı şaşırıyoruz.

Aynı masada Ricardo ile de tanışıyorum. Bizimle aynı uçakla gelmiş. Kendisi Bilbao şehrinden bir Basklı ve fakat bir Katalan gazetesinin muhabiri olarak 6 senedir İstanbul’da yaşıyormuş. ‘Altı seneye göre Türkçem berbat’ diyor hakikaten kırık dökük Türkçesiyle. Festivalin basın bülteni düşmüş e-posta kutusuna, o da merak edip gelmiş.

Kahvaltıdan sonra siyah minibüsümüz bizi alıp festival alanı olarak belirlenmiş Sır Barajı kıyısındaki kamp alanına götürüyor. Baraj, doksanların başında enerji üretmek amacıyla Ceyhan Nehri üzerinde Uzanlar tarafından yapılmış. Etrafını çeviren tepeler yoğun köknar ormanları ile kaplı.

Halay çoktan başlamış festival yerinde. Alana ayak basar basmaz davul zurna ekibi önümüzde taklalar atarak bizi karşılayınca doğal olarak bütün kafalar dönüp bize bakıyor, yerel kanalların kameraları koşturup bizi çekiyor. Kendi memleketimizde Karaköy Limanı’na inen turist kafilesi gibiyiz vallahi. Neyse, bir yerden bahşiş parası çıkarılıp davula sıkıştırılıyor da davulcu fıtık olmadan taklalar bitiyor.

O sırada Sait Hoca ile tanışıyoruz. Kendisi hem Kahramanmaraş Dağcılık ve Arama Kurtarma Derneği KADAK’ın başkanı, hem de on sene önce uğurböceklerini keşfedenlerden biri. Bizim de evsahibimiz bir nevi. ‘Böyle göbekli dağcı olur muymuş diye bakmayın, daha yeni Erciyes’e tırmandım’ diye gülerek karşılıyor bizi. Alanda bulunan halı saha kamp yeri olarak ayrılmış. İçine de çevre illerin dağcılık kulüplerinden, arama kurtarma ekiplerinden, Adana’dan, Mersin’den, Diyarbakır’dan ve daha bir sürü şehirden gelmiş misafirlerin çadırları kurulmuş, bizimkiler de dahil. Sağolsunlar, bize iş bırakmamışlar.

Eşyaları bırakıp Sait Hoca’nın komutuyla cümbür cemaat minibüslere doluşuyoruz. 15-16 minibüslük uzun bir konvoy oluşturarak başlıyoruz tırmanmaya. Yolun önemli bir kısmını minibüsle gidecek, son kısmı ise yürüyerek çıkacağız.

Yukarı çıkmamız neredeyse 1,5 saat sürüyor. Bu arada yağmur hafif hafif atıştırıyor. Toprak zemin iyice kayganlaşmış. Şoförümüz ara sıra yüreğimizi ağzımıza getiren manevralar yapınca uçuruma bakamayanlar ‘ay, ay, ay’ diyerek gözlerini kapatıyor. Eğleniyoruz. Sait Hoca yöresel ağzı örneklemek için Ricardo’ya ‘gadasını aldığım’ diye seslenince kahkahalarla kopuyoruz. Araçlar kayıyor, yolda kalıyor, lastikleri patlıyor. ‘Olur öyle’ deyip devam ediyoruz. Nihayet tepenin zirvesini görebileceğimiz bir düzlükte durunca hep birlikte iniyor ve yarım saat daha sürecek zirve yürüyüşüne başlıyoruz.

Çimen Dağı’nın Uludaz Tepesi (ve etraftaki diğer tepeler) Haziran ayından başlayarak kırmızı bir göçe sahne oluyor. Ömrü bir yıl olan uğur böceği kolonileri, üreme mevsimi olan ilkbahar aylarını rakımı düşük yerlerde geçirdikten sonra bu tepelere geliyor. Kayaların, taşların altında saklanarak tekrar göç edecekleri Ağustos’un gelmesini bekliyorlar. Neden buraya geldiklerini kimse bilmiyor. Eskiden Uludaz’ın kıpkırmızı görünmesine yol açacak kadar yoğun olan uğurböceği nüfusu, insan ziyaretinden pek memnun olmayarak yıldan yıla azalsa da, benim gibi bir İstanbullu’yu hayrete düşürecek ve çocuklar gibi sevindirecek kadar çok hala.

Uğurböceklerini ilk gördüğüm o hayret ve şaşkınlık anında, Sait Hoca’nın ‘bastığınız yere dikkat edin’ ikazına uymaya çalışırken yine de ayağımın altında bir şeylerin çıtır çıtır ettiğini hissediyorum. İncecik lastik ayakkabılarımla ip cambazları gibi taştan taşa sekiyorum, ama nafile. Her yerdeler. Benim yüzümden bir kısmı öbür dünyaya erken göç ediyor.

Taşların arasına gizlenmiş kalabalık kolonilerden birine iyice sokulup yakından inceliyorum. Tembel tembel yatıyor bunlar yahu. Kırmızı, nazlı gelin. Hani nerede ‘Uç uç böceği, annem sana terlik papuç alacak’? Uçan kaçan olmadığı gibi, yerinden kıpırdayıp iki adım yürüyen dahi yok. Bunlar buraya yaz uykusuna yatmaya geliyor olmasın? Bir tanesini elime alıp uçup uçmayacağına bakayım diyorum, hop tepetaklak intihar ediyor hayvan. Bir tane daha almaya kalkıyorum, o da yallah aşağı… Hayvanların selameti açısından kesiyorum bu deneyi.

Uzun uzun fotoğraf çektikten ve çektirdikten sonra, esen kuvvetli rüzgardan, sisten ve soğuktan çenelerimiz birbirine vurup ‘Allah vere de hasta olmasak bari’ derken dönüş vakti gelip çatıyor.

Kamp alanına döndüğümüzde hava çoktan kararmış, sahne kurulmuş, müzik coşmuş, halay kopmuş vaziyette. Fakat ‘Arabın derdi kırmızı papuç’ hesabı, bizim derdimiz de telefonlarımızın şarjı. Elimizde kablolar fellik fellik priz arıyoruz dağın başında. Ne zaman ekranda pilin şarj ettiğini gösteren işareti görüyoruz, o zaman karnımızın acıktığı aklımıza geliyor.

Az sonra sahneye Maraşlı ozan Hilmi Şahballı çıkıyor. Şöyle yakından bakıyorum sahneye, a-ah?! Bu kahvaltıda karşımda oturan amca yahu. Bizim ekip acı biberden kavrulup gözyaşlarına boğuldukça, zevkten dört köşe ‘acı güzeldir, acı iyidir, acı çok iyidir’ diyen mavi gözlü, simsiyah bıyıklı, kallavi amca. Meğer Ankaralı Turgut, Kahtalı Mıçı yöresinde neyse, Maraşlı Hilmi de buralarda oymuş! İzleyiciler kopuyor.

Çadırlarda hayat sabaha karşı ancak bitiyor. Güneşin ilk ışıklarıyla erkenden uyandığımız için bir parça yorgun kalkıyoruz. Ve ancak kahvaltı niyetine ikram edilen çorba ile kendimize geliyoruz. Arkasından da, elimizde Maraş dondurmaları, başta Sait Hoca olmak üzere koşuşturan tüm ekibe teşekkür ederek vedalaşıyor ve ayrılıyoruz festivalden. Önce Gaziantep’e, sonra İstanbul’a dönüyoruz.

Uludaz’ın uğurböcekleri diğer türlerden farklı olarak 7 benekliymiş. Bundan sonra uğurböceği görürsem beneklerini sayacağım. Bakarsınız Maraş’tan gelmişine rastlarım. O zaman soracağım soru belli:

Ede, notin? (Kanka, naber?)

 

PAYLAŞ: