Beyrut’ta 48 Saat

beyrut

Yaranın üzerine yapıştırılan bandı her gün açıp bakar gibi, her gün evinizin duvarlarındaki mermi izlerine bakarak yaşanır mı? Olanları unutmamak için mi, yoksa başka türlüsü elden gelmediği için mi tamir edilmemiştir o delikler? Ya da bir süre sonra fark edilmez mi olmuşlardır? Bir zamanlar Ortadoğu’nun Paris’i tabir edilen bir kadim şehrin bugününe bir göz atmak için, ilk kez ve 48 saatliğine Beyrut ’a geldim.

Gecenin ilerlemiş bir saatinde, korsan bir taksinin içinde havaalanından şehre doğru ilerlerken, bir yandan binalardaki mermi deliklerine bakıyorum, bir yandan benden birkaç gün sonra Beyrut’u ziyaret edecek İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın fotoğraflarıyla donanmış sokaklara.

Arabanın şoförü beni Hamra bölgesindeki otelime bıraktı. Burayı ayarlayana kadar, daha uygun fiyatlı bir kalacak yer bulmak için epey uğraştım. Ama daha geçen gün bitmiş gibi duran iç savaşın sonuçlarından biri de bu: Yıkılan dökülenlerden geriye kalan oteller sundukları hizmetin kalitesine kıyasla pahalı. Resepsiyondaki kız simsiyah saçlı ve masmavi gözlü. Gözleri lens mi acaba diye düşündüm. Oda ücretini peşin aldı. Beğenmesem de kalacağım yani. Neyseki oda düzgün. Yataklar, banyo, havlular temiz.

Ertesi sabah

Beyrut’ta taze ve aydınlık bir gün başladı. Bunaltmayan, ama tişörtle dolaşmaya da izin veren güzel bir güneş var. Kahvaltı etmeden fırladım otelden. Amacım Hamra’dan Downtown’a, oradan Gemmayzeh’ye yürümek. Fırladım fırlamasına da, elimde sadece ana caddeleri gösteren basit bir harita var. Birkaç dakika içinde haritanın bana bir faydası olmayacağı ortaya çıktı. Çünkü Beyrut’ta sokak tabelaları her ne kadar Arapça ve Fransızca olmak üzere çift dilde yazılsa da, tabelalarda sokak isimleri değil, numaraları yazıyor: Rue 63, Ave 9 gibi. Haritada isimler, duvarlarda numaralar. İkisini birbirine eşleştiremiyorsanız, hadi size kolay gelsin, anca gidersiniz.

Kendimi Hamra’dan sokaklara “akmaya” bıraktım. Kısa süre içinde de, kapısında tüfekli askerlerin beklediği Beyrut Amerikan Ünivesitesi’nin önünde buldum. Dünyanın epey prestijli üniversitelerinden biri burası. Kocaman bir kampüs içinde, güneşin altında pırıl pırıl yanan taş binaları hakikaten etkileyici bir Akdeniz manzarasına bakıyor. Anahtar deliğine benzeyen kapıda durup kampüsü gezip gezemeyeceğimi sordum askerlere. Biri tüfeğiyle geç der gibilerden bir işaret yaparak sordu “Amerikalı mısın?”.

Gezim boyunca defalarca karşılaşacağım üzere, Türk olduğumu duyar duymaz gösterilen tavır jet hızıyla değişti. Uzun, ortak geçmişimizden mi, yoksa bizim hükümetin son yıllarda izlediği politikadan mı, ya da ikisinin karışımından mı bilmiyorum, ama Beyrut Türk olmanızdan ötürü büyük bir muhabbetle karşılaştığınız bir şehir. Ertesi akşamüstü Hamra’dan Corniche’e inen yokuşlardan birinde yürürken, belli ki işten çıkıp biraz market alışverişi yaptıktan sonra ellerinde torbalarla evine gitmekte olan 40 yaşlarında bir adam, yanımdan geçerken durduruverdi beni. Türkçe konuştuğumu duymuş, nereden geldiğimi öğrenmek istiyordu. Kelimeleri hatırlamaya çalışarak, fakat son derece düzgün bir Türkçe ile ayaküstü sohbet etti benle. Türkiye’den buraya gelen Ermeniler’dendi belki de. Onun da; aynı günün erken saatlerinde şehrin diğer ucunda bir başka kaldırımda tanıştığım, Türk olduğumu öğrenince çantasından Osmanlı ordusunda askerlik yapmış paşa dedesinin fotoğrafını çıkarıp gösterecek kadar bize samimiyet besleyen Beyrutlu amcanın da, cevabını duymak istedikleri tek bir soru vardı: Beyrut’u beğenmiş miydim?

Beyrut’u beğenmemek mümkün değil galiba. İstanbul’un yüksek tempolu harala-gürelesinde yaşayanlara bile iki tokat çarpar burası. Kozmopolit şehir görmek isteyen buyursun Beyrut’a gelsin.

Biraz tarih

Lübnan’ın nüfusu 4 milyon, bunun yarısı Beyrut’ta yaşıyor. Dini köken konusunda Ortadoğu’nun en karışık ülkelerinden biri. Nüfusun %28’i Şii, %28’i Sünni, %22’si Katolik Maruni. Geri kalan nüfus ise diğer Müslüman mezhepler ile Rum Ortodokslar, Dürzüler, Ermeni Ortodokslar, Rum Katolikler, Ermeni Katolikler, Protestanlar ve Yahudiler’den oluşuyor.

1943’te Fransa’dan bağımsızlığını kazandıktan sonra uzun yıllar istikrar içinde gelişip serpilen, güçlü ekonomisi ve bankacılık sektörüyle Doğu’nun İsviçresi yakıştırmaları yapılan Lübnan’ın keyfinin kaçmaya başlaması, Filistinliler’in İsrail’den kaçıp Lübnan’a sığınmasıyla eşzamanlı. Filistinliler’in gelmesiyle Müslümanlar’ın lehine değişen nüfus dağılımına dayanarak ülke yönetimini Hıristiyanlar’dan alma çabaları, 1975’te tam 15 yıl sürecek iç savaşın patlamasına yol açmış. Savaş önce Müslümanlar ile Hıristiyanlar arasında başladıysa da, ilerleyen yıllarda Suriye, İsrail, İran’ın dahil olmasıyla, kimin kimle savaştığı epey karışmış, taraflar durmadan yer değiştirmiş. 1990’da iç savaşın bitmesiyle yara sarmaya girişilmiş, ama 2006’da İsrail ile Hizbullah arasında çıkan iki aylık savaş Beyrutlular’ın “Hah, yine başladı” demesine yol açmış.

Bu “yine ne zaman başlayacak?” duygusudur herhalde mermi izlerini sildirmeyen. Amerikan Üniversitesi’nin dirlik düzen içindeki kampüsünden çıkıp ara sokaklarda kaybolarak geçirdiğim saatler boyunca onlarca delik deşik apartman gördüm. Taranmış kepenkler; gövdesinde açılmış havan topu deliklerinin tuğlayla örülerek kapatıldığı, ama sıva ve boyasının yapılmadığı binalar; iskeleti çıkmış tangır tungur arabalar… Kavşaklarda bekleyen askerler ve tanklar… Birbirinin duvarında o delikleri açan insanların hala aynı evlerde, karşı karşıya yaşayıp yaşamadığını düşündüm. Aklıma National Geographic’in “Arap Hıristiyanlar” sayısı geldi. Derginin görüştüğü bir Beyrutlu oturma odasında M16 tüfeğiyle poz vermiş, yine savaş çıkarsa hazırlıklı olduğunu anlatmıştı.

Hayat devam ediyor Beyrut’ta

Bir yandan hayat devam da ediyor Beyrut’ta. Şehrin başka yerlerinde mermi izli binalar yıkılıp yenileri dikiliyor; bizdeki Maslaklar, Çekmeköyler gibi yüksek güvenlikli siteler, alışveriş merkezleri yapılıyor. Kafanızı kaldırınca vinçlerden gökyüzünü göremediğiniz yerler var.

Şehrin en ünlü camisi, mavi kubbeli Muhammed El Amin ile taa Haçlı Seferleri’nden kalma bir Maruni kilisesi olan St. George Katedrali yanyana duruyor Downtown’da. Özellikle mi yanyana inşa etmişler diye merak ediyor insan. Downtown denen yer, Müslüman Batı Beyrut ile Hıristiyan Doğu Beyrut arasında tampon gibi duran şehrin merkez mahallesi. Mahalle dediysem lafın gelişi, çünkü bölge banka, parlamento ve bakanlık ofisleriyle dolu. İç savaşta dümdüz olan binaları canla başla restore etmişler, havaalanında sergilenen fotoğraflarda bölgenin eski ve yeni halini görebiliyorsunuz. Etraf modern kafelerde takılan turistlerle dolu, ama akşam olunca güvenlik için gezinen askerlere kalıyor sokaklar. Downtown gösterişli ve yapmacık.

Downtown’ı geçip son yılların popüler semti Gemmayze’ye gelince, gözle görülür bir değişiklik hissediliyor. Son yıllarda Doğu Beyrut daha popüler olmuş. Yeni sanat galerileri, restoranlar, tiyatrolar açılmış. Sokaklarda “I love Gemmayze” yazılı bez afişler asılı (Batı Beyrut geri kalır mı? Onlar da “We all love Hamra” yazıp asmışlar sokaklara). Gemmayzeh’nin hemen girişindeki Saifi mahallesinde dolaşınca kendinizi Avrupa’nın herhangi bir şehrinde zannedebilirsiniz. Şık kafeler, restore edilmiş Fransız balkonlu binalar, pahalı butikler… Daha on dakika önce darmadağın olmuş bir şehrin sokaklarındaydık, buraya nereden geldik?

Otele dönüp yorgun ayaklarımı dinlendirdikten sonra akşam Gemmayze’ye tekrar gittim. Meğer Beyrut’un asıl yüzünü şimdi tanıyacakmışım. Niyetim Le Chef’te yemek yemekti. Beyaz floresan ışıkları, muşamba kaplı masaları ve mahalle kahvesi sandalyeleriyle derme çatma bir esnaf lokantasına benzese de, müşterileri neredeyse sırf yabancılardan oluşan pek moda bir Lübnan lokantası “Le Chef”. İçerisi küçük, fakat tıklım tıklım. İki kişi olmamızın avantajıyla bir masa bulabildik. El yazısıyla yazılmış Fransızca menüden pek birşey anlayamadığımızdan garsonun gelip çeviri yapmasını bekledik. Humus, foul (tane nohutlu, barbunyalı, baklalı sulu fava), babagannuş, salata, şiş kebaptan oluşan yemekle kendimizden geçtik.

Yemekten sonra çıktığım caddenin havası iyice değişmişti. 19 ponttan kısa topuk, Ferrari’den aşağı araba yoktu ortalıkta. Gürül gürül akıyordu yanar döner kıyafetli kadınlar ve erkekler. Beyrut’un gece hayatı hep anlatılır da, insan görene kadar inanmıyor nedense. Şu “yine başlarsa” endişesiyle midir nedir, Beyrutlu dünya yarın yıkılacakmış gibi eğleniyor.

Ertesi gün Ece Temelkuran’ın Muz Sesleri romanında anlattığı Aşrafiye semtinde dolaştım. Hadi Bey’in evden kaçıp gittiği Beyrut Ulusal Müzesi’ni gezdim. İç savaş sırasında Doğu ve Batı Beyrut’u ayıran Yeşil Hattı yürüdüm. Ardından bir taksiye atlayıp türbanlı kızların paten kaydığı, şehrin kordon boyu Corniche’e gittim. Şehrin tek doğal güzelliği kabul edilen Güvercin Kayaları’na nazır Türk kahvemi içerek güneşi batırdım.

Ve “hiçbir zaman yeniden başlamasın” diyerek beni derinden etkileyen Beyrut’a veda ettim.

PAYLAŞ: