Gündüz Mezarlık, Gece Gerdanlık: Mardin

Mardin

Dikkatinizi çekmemiş olamaz, son yıllarda Mardin çok popüler. Sanki kafamıza taş düştü ve binlerce yıldır orada duran bu şehri aniden fark ettik. Ben de bir Mayıs ayında, baharın en güzel günlerinde, dört günlüğüne Mardin’e gittim.

Mardin’in şehir olma hikayesi M.Ö. 5000’lere dayanıyor. Hurriler’den başlayıp Hititler, Asurlular, Persler derken Büyük İskender’e, oradan Romalılar’a, ondan sonra Sasaniler, Emeviler, Abbasiler, Selçuklular’a…. Daha bitmedi. 300 küsur yıl (1100-1400 arası) burada yaşayan Artuklular’dan sonra Moğollar geliyor. Sonra Karakoyunlular, Akkoyunlular… Arada kısa süreli giren çıkanlar da var, onları saymıyorum. Bütün tarih kitabını şehirden geçirdikten sonra son olarak Osmanlılar Otlukbeli Savaşı’nda Akkoyunlular’ı yener, Mardin’i alır. Sene 1517.

Bu zengin tarihten etkileyici bir tortu kalmış elbette Mardin’e. Ama bugün Mardin’i farklı kılan Ermeni ustaların yaptığı, şehrin siluetini oluşturan taş evler ve bu evlerde bir arada yaşayan farklı kültürler: Türkler, Kürtler, Araplar ve Süryaniler…

Mardin’de gezmeye Kırklar Kilisesi’nden başladık. Kilisenin papazı Gabriel Akyüz karşıladı bizi. Maşallah kilisenin ziyaretçisi cemaatindan fazla, akın akın geliyor insanlar. Gabriel Bey tur rehberi gibi. Bütün gruplarla tek tek ilgileniyor, güleryüzle soruları cevaplıyor, Mardin’i ve Süryani tarihini anlatıyor tatlı tatlı. “Biz” diyor, “din adamlarımızı oturur pozisyonda gömeriz. Hz.İsa yeniden doğduğunda onu yatarak mı karşılayalım yani?” Kilisede bir kahkaha bulutu yükseliyor. Ardından “Kiliselerimiz de doğuya bakar, çünkü İsa’nın doğudan yükseleceğine inanırız.” diye devam ediyor: “Yeniden doğduğunda onu ilk biz karşılayacağız inşallah, birinciliği kimseye kaptırmayız” diye ekliyor gülerek. 400 kişilik cemaati varmış kilisenin, hani neredeyse gururlu bunu söylerken. Bu rakamın önemini diğer kiliseleri gezerken anlayacağım.

Süryaniler, kökenleri Aramiler’e ya da Asurlular’a dayandırılan, bu hesaba göre en az beşbin yıldır Mezopotamya’da yaşayan, Aramice konuşan, Hıristiyan bir halk. Az sayıda Katolik ve Protestan olanları bulunsa da, çoğunluğu Ortodoks olan Süryaniler’den bugün Türkiye’de kala kala 20.000 kişi kadar kalmış durumda. Suriye, İran, Irak’ta yaşayanlarla İskandinav ülkeleri, Fransa ve Amerika’ya göç edenleri toplayınca dünyada 5 milyon kadar Süryani olduğu hesaplanıyormuş.

Özellikle Avrupa Birliği’nin verdiği fonlar sayesinde bugünlerde son sürat restore ediliyor Mardin. Şehrin sokaklarında gezerken, geçen sene metruk halde olan binaların bu sene nasıl tadil edilip butik otel ya da restoran yapıldığını görüyoruz. En son AB’den kentsel iyileştirme kapsamında 6 milyon Euro’luk kalkınma fonu alan şehri yakında (umarım pozitif manada) tanıyamayacağız. Zira bu fon sayesinde Mardin’in meşhur taş evleri arasına yapılmış 2500 kadar çirkin beton bina yıkılacak ve tarihi doku ortaya çıkarılacak. National Geographic dergisinde okuduğum bir bilgiyi de aktarayım: 750 bin kişilik nüfusu olan Mardin’e 2008’de 680 bin turist gelmiş, %10’u yabancı olmak üzere. Bu yazının yazıldığı 2009 yılında hedef 1 milyon turistmiş.

Sokaklarda gezerken değişimi fark etmemek imkansız. Şehir şantiye halinde. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin restore ettirdiği bazı sokaklar var, “İtalya’da mıyım acaba?” dersiniz (Bizim belediye bizim sokaklar dururken niye Mardin sokaklarını restore ettiriyor, onu da anlamış değilim!). Bu hissi yaratan, evlerin altından sokakları geçiren “abbara” denen geçitler. Bazen kafanızı eğip geçmenizi gerektirecek kadar alçak, merdivenlerle inilen çıkılan bu geçitler labirent gibi bütün şehri sarıyor.

Ulu Cami’yi, Zinciriye Medresesi’ni, postane binasını, Mardin Müzesi’ni, Kız Meslek Lisesi’ni, Şehidiye Camisi’ni ardarda geziyorum. Taşların üzerine ince ince, sabır sabır işlenmiş motifleri görmemek, görüp de bu zarafetten etkilenmemek mümkün değil. Bu işlemeler yıllar boyunca buralı Ermeni taş ustaları tarafından yapılmış. En meşhurları da 19. yy’da yaşayan Mimarbaşı Lole Serkis Gizo. Bugün hala ayakta olan geleneksel Mardin evlerinin çoğunda Lole’nin emeği var. Söylemeye gerek var mı bilmem, bugün Mardin’de neredeyse hiç Ermeni yok.

Binaların tuhaf bir durumu da var: Çoğu tarihi eser, ama içinde insanlar yaşıyor. Dolayısıyla bu “eserleri” görmek istediğinizde misafirliğe gidiyorsunuz. Hemen çaylar demleniyor, Türk kahveleri pişiyor. Aman yok zahmet etmeyin deseniz de nafile. Biz de Mimarbaşı Lole’nin kendisi için yaptığı, şimdi içinde birkaç ailenin yaşadığı eve ziyarete gittik. Evin çocuklarından birkaçı, batıdaki çocuklarla doğudakileri kaynaştırmayı hedefleyen “Gönül Köprüsü” projesi kapsamında İstanbul’a gitmiş, bir hafta kalmış. İstanbul’dan geldiğimizi söyleyince bir “İstanbul çok güzeeel” deyişleri var, kalbimi çizdi, unutamam.

“Kaybolmaya yüz tutan meslekler” konulu bir haber yapmak isterseniz geleceğiniz yer de Mardin. Örneğin pazarda gezerken semerci dükkanının önünden geçiyorsunuz. “Yahu ata binen mi kaldı artık, kim alır semeri?” diye düşünüyorsanız ufak bir ayrıntıyı atladınız. Tamam at yok, ama eşek var Mardin’de. Hatta sokaklar eşeklerle dolu. Üstelik, komik ama gerçek, bunların bir kısmı (tam olarak 28 tanesi) kadrolu belediye işçisi! Sebep basit: Mardin’de hepi topu iki tane cadde var. Biri şehrin tam ortasından geçerek tek yönde akıyor, diğeri de şehrin dışından geçerek aksi yönde… Şehrin geri kalanı kargacık burgacık ve merdivenle inilip çıkılan, araç girmeyen sokaklarla dolu. Nasıl gidecek insanlar evine? Nasıl eşya, yük taşıyacaklar? Daha önemlisi belediye nasıl girecek o sokaklara, örneğin çöpleri nasıl toplayacak evlerden?

Sokaklarda dolaştığım bir sırada çok şeker kız çocuklar görüyorum oyun oynayan. Fotoğraflarını çekmek istiyorum ama anlaşamıyoruz ki… Türkçe anlamıyorlar. Kısa süre sonra camda anneleri beliriyor, ona söylüyorum fotoğraf çekmek istediğimi, kadın önce bana bakıyor, sonra arkasını dönüp evin içine Arapça sesleniyor. Nihayet 15-16 yaşlarında bir erkek çocuk beliriyor camda. “Bunlar Türkçe bilmez” diyor kadınları göstererek. Kendisi okula gitmiş de öğrenmiş.

Mardin deyince Şahmeran’dan bahsetmeden olmaz. Kadın başlı yılan figürünün efsanesi, özetle insanoğluna güvenip ihanete uğrayan bir yaratığı anlatsa da, bugün Şahmeran resminin şans getirdiğine inanılıyor. Cam üzerine Şahmeran boyayan 15 yaşındaki Ferhat ile tanıştım Revaklı Çarşı’da. Beni çıraklık yaptığı evden bozma atölyeye götürüp önce kendi bildiği versiyondan Şahmeran efsanesini anlattı, sonra da boyama tekniğini gösterdi. Atölyeden ayrılırken “Mardin’de Şahmeran resmi olmayan ev yoktur” diye bağladı konuyu. “Tarihi eserler”i ziyaret ederken fark etmiştim zaten…

Mardin deyince telkariden bahsetmeden de olmaz… Toz gümüşün incecik teller haline getirilip, tellerin elle bükülerek küçücük motifler yaratılmasına ve bu motiflerin bir araya getirilerek kolyeler, küpeler, yüzükler, kemerler yapılmasına telkari deniyor. Müthiş bir dikkat, emek ve işçilik gerektiren telkari, Mardin ve Midyat’ın gururu. Cumhuriyet Meydanı’nda Mardin Müzesi’ni karşınıza alınca soldaki merdivenlerden çıkın, dümdüz yürüyün. Karşınıza Suphi Hindiyerli’nin atölyesi gelecek. Suphi Bey telkari konusunda ders veren bir sanatkar. Atölyesinin bir duvarı kendisi hakkında çıkmış gazete kupürleri ve ödüllerle kaplı. Bizi eşiyle birlikte kapılarda karşıladı. Hem sanatını anlattı, hem de tezgahının başına geçip malzemelerini tanıttı. Bir yandan konuşup bir yandan da şıp diye bir kolye ucu yapıverdi. Neşe küpü Suphi Bey’in misafirperverliğine de, muhabbetine de doyamadım.

“Gündüzleri mezarlık, geceleri gerdanlık“ diyorlar Mardin için. Kim söylemişse taşı gediğine oturtmuş. Uzaktan baktığınızda taş taş üstüne, toz rengi bir kütle Mardin. Hakikaten mezar gibi. Gece ışıklar yanınca ise bir pırıltı denizi. Hava kararınca Mardin evlerinin teraslarından bu ışıl ışıl gerdanlığı bir süre seyredip çok özel bir programa, Mardin’in yerel müziği Reyhani’yi dinlemeye gittik. Reyhani neyin nesidir, bilmiyordum. O güne kadar ne duymuş, ne de izlemişim. İnsan güneydoğuda olunca davullu zurnalı bir müzik bekliyor otomatik olarak. Onun yerine kalbimizi titreten bir nağmeyle kimi devlet memuru, kimi esnaf, hepsi amatör bir grup gönüllünün kurduğu bir fasıl grubu başladı çalmaya. Grubun dalyan gibi iki üyesi ortaya çıkıp avuçlarını açarak, boyun kırıp kalça titreterek dans etmeye başlayınca benim de ağzım iki karış açık kaldı. Reyhani’yi merak ederseniz şu bağlantıya tıklayın, benim dinlediğim grubun Los Angeles’ta katıldığı bir festivalden görüntülere göz atın: http://www.youtube.com/watch?v=t6jf0X6IgMM

Sonraki gün Mardin’in dışına çıktık. İlk hedef birkaç kilometre ilerideki Deyr-ül Zafaran Manastırı. Taşın toprağın ortasında kocaman bir yapı. Sanki daha dün yapılmış gibi duruyor, öyle gıcır restore edilmiş. İçeri girip de turistlere yönelik organizasyonu görünce şaşırdım. Avluda bize hoşgeldiniz karşılaması yapan delikanlı önce kendisini ve manastırı kısaca tanıttı; sonra içerideki grupların belli bir sayıya ulaştığını, önce onların çıkışını bekleyeceğimizi, 20 dakika sonra rehberimizle bu noktada buluşarak turumuzun başlayacağını bildirdi. Böylece karşılama komitesinin ayrı, rehberin ayrı olduğunu öğrenmiş olduk. Bekleme süresini manastırın içindeki hediyelik eşya dükkanından bir Mardin kitabı alıp, kafesinde meşhur safranlı çaydan bir bardak içerek değerlendirdim. Manastırın isminin de kaynağı olan ve etrafta yetişen safran, söylenceye göre binanın yapımı sırasında kirece karıştırılarak manastıra sarımsı rengini vermek için kullanılmış.

Deyr-ül Zafaran Manastırı ilk olarak 5. yy’da, güneş tapınağı olduğu zannedilen bir yapının üzerine inşa edilmeye başlanmış. Zaman içinde eklemeler yapıla yapıla bugünkü üç katlı koskoca manastıra dönüşmüş. İşin ilginç yanı, bakınca hiç de eklene eklene yapılmış bir yer gibi durmaması… Artık taşın özelliğinden mi, mimarların maharetinden mi, bilemiyorum. Ancak Deyr-ül Zafaran’ın önemi mimarisinden değil, konumundan geliyor. Yaklaşık 700 yıl boyunca Süryaniler’in dünyadaki dini merkezi, yani Süryani Patrikliği burasıymış. 1932’de Türk Devleti’nin teşvikiyle (!) Şam’a taşınmış.

Yola devam ettik. Önce Anıtlı (Hah) Köyü’nde taa 3. yy’da yapılan Meryem Ana Kilisesi’ni, ardından İzbırak (Zaz) Köyü’ndeki Mor Dimet Kilisesi’ni ziyaret ettik. Mor Dimet’teki kilise hepimizi çok etkiledi. Cemaati olmayan bu kilise Rahip Yakup’un çabasıyla ayakta durmaya çalışıyordu. “Neden cemaatiniz yok?” diye saf saf sorunca adamcağız muhtemelen içinden bir ya sabır çekip “Köy boşaltıldı da ondan” dedi. Rahip Yakup yıllar önce İsveç’e göçmüş, senelerce orada yaşadıktan sonra toprağına dönmüş, içinde iki tahta sıra bulunan bu bomboş kiliseye bakma görevini üstlenmiş. Kilisenin duvarlarındaki işlemeleri, hangisinin hangi tarihten kaldığını, hangi işlemenin ne manaya geldiğini açıkladı grubumuza. Biz cemaatin olmaması meselesini biraz daha kurcalamak isteyince içini çekti: “Aman evladım boşver, başımız belaya girer sonra”.

Rahip Yakup’a veda edip Dara’ya yollandık. Roma döneminden kalma bir nekropol ve dev bir su sarnıcı kalıntılarının arasında uzunca bir trekking yaptıktan sonra rehberimiz “Size ilginç birşey göstereyim” diyerek bizi bir evin önüne getirdi. Evin kapısı gibi duran bir yerden girip kaygan, yosun bağlamış, taş merdivenlerden inmeye başladık. İndikçe hava soğudu, buz gibi oldu. Düşüp bir yerimizi kırmamaya konsantre olmuşken birden önümüzde bir alan açıldı ve Romalılar’dan kalma devasa bir depo çıktı karşımıza. Tesadüfen bulunmuştu ve bu bölgedeki diğer “tarihi eserler”de de olduğu üzere, üstünde insanlar yaşıyordu. Evin (ya da eserin mi demeliyim?) sahiplerinin sunduğu buz gibi ayranları bardak bardak devirdikten sonra yola devam ettik.

Bir sonraki durağımız Savur’a akşamüstü saatlerinde vardık. Savur’a gelme sebebimiz Selahattin Öztürk’ü ziyaret etmek. Selahattin Bey öğretmen, Savur Lisesi’nin müdürü. Ailesinin sahip olduğu ev ise Savur’un simgesi. İçi bozulmadan korunmuş, “müze ev” diye anılan bu yer ismini haketmiş gerçekten. Misafir salonunun tavanındaki ahşap boyama yüzlerce yıllık. Selahattin Bey bizi çaylarla karşıladı ve başladı evin hikayesini anlatmaya. Çok geniş ailesinin tarihini de içeren bu hikaye biraz hüzünlü, burada detaylarına girmeyeyim. Çaylarımızı bitirip evin odalarını gezdikten sonra dama çıktık. Ahşap karyolalar bir kenara dizilmiş, havalar daha da ısınınca damda yatılacak belli. Yerleşim itibariyle Mardin’i andırdığı için Küçük Mardin derlermiş Savur’a. Damdan Küçük Mardin’i izleyerek güneşi batırdık.

Buralara kadar gelip Hasankeyfi görmeden dönülür mü? Bir gün de Hasankeyf’e gittik. Gidene kadar ben şu sular altında kalma meselesinin özünü kavrayamamışım, onu anladım. Bir kere görmemiş olanlar için şunu anlatayım: Dicle’nin ikiye böldüğü Hasankeyf’in bir tarafı dümdüz ova, bir tarafı duvar gibi yükselen dağ. Ovanın orta yerinde tek başına ve yapayalnız, ama tam 500 yıldır ayakta duran, üzeri çinilerle süslü, mavi-yeşil bir kümbet var. Otlukbeli Savaşı’nda yenilen Akkoyunlular’ın hükümdarı Uzun Hasan, aynı savaşta şehit düşen oğlu Zeynel Bey unutulmasın diye savaş alanına yaptırmış bu anıtmezarı. Bunca yüzyıl bu kümbet sayesinde hatırlandıysa da Zeynel Bey, bizim çocuklarımız onu unutacak muhtemelen. Çünkü yapılması planlanan Ilısu Barajı tüm ovayı suyla dolduracak. Akkoyunlular’dan ayakta kalmış dünyadaki iki eserden biri olan bu kümbeti baraj yapılmadan kaldırıp başka yere koyma planları var. Dağıtıp dökmeden mümkün olur mu bilinmez?

Kümbeti geçtim, Dicle’nin üzerinde Artuklular’dan kalma bir köprünün ayakları var. Üstelik içinde de insanlar yaşıyor. Köprünün diğer yakasına geçip tepeye doğru kıvrıla kıvrıla tırmanınca da Uzun Hasan’ın sarayının harabeleri çıkıyor karşımıza. Hepsi baraj sularının altında kalacak. Mesele sadece su altında kalmaktan ibaret olsa neyse, barajın ömrü dolup sular boşalınca (yani 30-40 yıl sonra) taşlar gene meydana çıkar diye düşünülebilir. Sorun şu ki, bu bölgede dağları, tepeleri oluşturan ve yapılarda da kullanılan sarı kireçtaşı suya dayanıklı değil. Suyla birlikte kolayca aşınıyor ve zamanla eriyor. İşte Hasankeyf’e baraj yapılmasın diye 2000 yılından beri bas bas bağırılmasının temel nedeni bu. Bir kere baraj kuruldu mu, Hasankeyf toptan eriyip yok olacak, geriye de pek birşey kalmayacak.

Güneşin altında oradan oraya yürümekten, tırmanmaktan, harabe harabe gezmekten bitap düşmüş olarak kendimizi Dicle’nin kıyısına, suyun üzerine kurulmuş çardaklara attık. Hem serinledik, hem de Dicle’nin tatlı su balığı olan Şebot’u tadıp karnımızı doyurduk, kendimize geldik.

Gezimizin bir gününü de Midyat’a ayırdık. Midyat’a girer girmez karşılaştığınız görüntü çok etkileyiciydi: Masmavi bir gök, pofuduk beyaz bulutlar ve her yerden yükselen onlarca çan kulesi…

Bölgenin Deyr-ül Zafaran’dan sonraki en büyük manastırı Mor Gabriel’e gittik. Etkileyici bir girişi olan Mor Gabriel de yine gıcır bir restorasyondan geçmiş. Her yer bal dök yala kıvamındaydı. Fotoğraf çekmek için yerlerde yuvarlandım, üstüm başım kirlenmedi, ilginç. Taa 397’de yapılmış bu manastırda yine çok güzel ağırlandık; yoğun bilgi bombardımanı altında kiliseleri, mezarlıkları, yaşam alanlarını gezdik.

Midyat’a gelip de Nasra Teyze’ye uğramadan dönülmez. Nasra Teyze 80 kusür yaşında, kendisinden sonra belki de kaybolacak bir zanaatle uğraşan tonton bir teyze. Ahşap ve taş kalıplardan baskı ile dini motifler içeren perdeler, örtüler üretiyor. Başta Mor Gabriel Manastırı ve Kırklar Kilisesi olmak üzere bölgedeki ibadethanelerin çoğunda Nasra Şemmes Hindi’nin baskıları var. Hala aktif olarak çalışıyor, birkaç günde bir büyük boy örtü yapıyormuş. Atölyesi turistlerin ve medyanın uğrak yeri. Ama gelini aracılığıyla anlaşabildik, çünkü pek Türkçe bilmiyor Nasra Teyze. Babası ve amcalarından öğrenmiş sanatını. Şimdi torunlarına öğretmeye çalışıyormuş, ama torunlar devam ettirir mi bu işi, belirsiz…

Nasra Teyze’nin atölyesinden çıkıp Yuhanna Bey’in dükkanına yollandık. Yuhanna Bey bölgedeki Süryaniler’in belki de binlerce yıldır evlerinde, geleneksel ve doğal yöntemlerle ürettikleri şarabı aile sofrasından çıkarıp ticari mala dönüştürmeye kalkışmış bir girişimci. Gezimiz boyunca tanıştığımız ve sohbet etme fırsatı bulduğumuz birçok kişi gibi, onun hikayesi de biraz mücadele dolu, biraz buruk. Shiluh (www.suryanisarabi.com) markasıyla şaraplarını ürettiklerini, Süryanice bir marka ismi kullanabilmek uğruna devletten izin almak için verdikleri uzun ve ısrarlı uğraşıyı, bu yolda pes edip vazgeçen diğer Süryani şarap üreticilerini anlattı bize. Küçücük bürosunda bir yandan sunduğu şarapları tattık, bir yandan sorular sorduk. Birer şişe Shiluh satın alıp ticari hayatında başarılar dileyerek ayrıldık yanından.

Midyat’tan ayrılıp bir de bölgenin tek rahvan atı yetiştiren çiftliğini ziyarete gittik. Rahvan, atın ‘tek ayak’, bir başka deyişle, aynı taraftaki ayaklarının birlikte hareket ettiği ve binicisini sarsmayan bir koşu şekline verilen isim. Atın “koşturmadan” koşması bir bakıma… Yarış atlarına göre daha ufak tefek fizikli olanlardan seçilen bu atlar uzun süre hiç bozmadan, son derece zarif ve ritmik bir biçimde koşmayı öğreniyorlar. Rahvan koşunun da kuralları var. Basketboldaki steps gibi, rahvan yarışında atın adımlarını 4 kereden fazla bozması diskalifiye sebebi örneğin. Bizi konuk eden çiftlik sahibinin söylediğine göre, bir yarış atı ile bir rahvan atı aynı yola çıkarsak, yarış atı kısa bir süre sonra tıknefes olur, yolda kalır; rahvan atı ise günlerce yola devam edebilirmiş.

Son olarak, Mardin’in yeme-içme kültüründen bahsedeyim. Bir kere Mardin’e mideniz sağlam gelin, zira bolca yiyip içeceksiniz. Benim tavsiyem şunlar: Kebapçı Rıdo’da kebap, Cercis Murat Konağı’nda ekşi erikli kuzu yahni yiyin. Ben normalde ağzıma kuzu eti koymam, sildim süpürdüm erikli yahniyi. Soğanlı ayran çorbasını ayrıca tavsiye ederim. Bir de yemekten sonra bir şerbet ikram ediyorlar, inanılmaz!

Artuklu Kervansarayı’nda sembusek yiyin. İkiye katlanmış lahmacun diye tarif edebileceğim sembuseki Mardin’de birçok yer yapıyor, ama benim yediğin en iyi sembusek Artuklu’daki idi. Yalnız Artuklu Kervansarayı normalde bir butik otel ve dışarıya yiyecek servisi yapmıyorlar. Artık rica mı edersiniz, sembusek uğruna bir gecelik oda mı kiralarsınız, bilemem.

Midyat’ta Gelüşke Han’da yemek yiyin. Hasankeyf’te Dicle kenarında çardaklarda, Dicle’nin tatlı su balığı Şebot’u deneyin. Deyr-ül Zafaran’da safranlı çay için. Pazarda dolaşırken torba torba peksimet satıldığını göreceksiniz, Mardinliler çok seviyormuş. Bir de, üzüm bol olduğundan cevizli sucuk ve pekmez çok revaçta. Aslında Mardin’in neredeyse milli yemeği “kaburga dolması”, midenizde yer kalırsa listenize ekleyin.

Güneydoğu’nun meşhur acı kahvesi mırrayı tatmadan gelmeyin. Ritüeli öğrenin: Mırra saatlerce kaynatıldıktan sonra kulpsuz fincanda servis edilir. Yudum yudum değil, bir seferde içilir. Fincanı yere ya da masaya bırakırsanız tekrar doldurulur. Daha içmeyecekseniz fincanı servisi yapana geri verin.

Son olarak, güneş batarken yapılacak en güzel şey, elinizde buz gibi birayla taş evlerden birinin terasından Mardin’in meşhur takla atan güvercinlerini seyretmektir. Önünüzde engin bir deniz gibi uzanan Mezopotamya’yı selamlayın, belki bir gün yine gelirsiniz…

 

PAYLAŞ: