Selanik (18. Gün)

Sabah sağ salim uyandık 🙂 Trenimiz akşam saat sekizde kalkacak. Şehri gezmek için bol bol vaktimiz var. Çantalarımızı bu kez otelin bagaj odasına bırakıp sokağa çıktık.

Selanik, 30-40 sene önce, belli ki sayfiye evi olarak yapılmış apartmanlarla dolu. Yunanlılar ne kadar sevinse yeridir: Karadeniz’e kıyıları ve dolayısıyla Karadenizli müteahhitleri yok. Yoksa bu rengarenk panjurları ve çepeçevre binanın etrafını dolaşan ince demirli, uzun balkonlarıyla son derece kendine özgü duran apartmanları, şimdilerde zor görürlerdi.

Yürürken birkaç binada bir, onarılmış ve koruma altına alınmış eski bir esere mutlaka rastlıyorsunuz. Aldığımız turistik şehir haritasında o kadar çok tarihi yer işaretlenmişti ki, hangi birine bakacağımızı şaşırdık. İçlerinden en önemlilerine gitmeye karar verdik. Bunlardan biri Rotonda’ydı.

Rotonda, 4yy.’da tahminlere göre mozole olarak kullanılmak üzere yapılıp bir süre sonra, zamanın Bizans İmparatoru tarafından kiliseye çevrilen bir yapı. Adını üzerine oturduğu bir tam daire şeklindeki zemininden alıyor. Bin küsur yıl kilise olarak kullanıldıktan sonra, 1590’da Türkler tarafından camiye çevrilmiş ve yanına da bir minare eklenmiş. Bugün Selanik Üniversitesi’nin resmi kilisesi. Fazla okuyup araştırmanıza gerek yok aslında, Rotonda’nın giriş kapısındaki haç ve aziz resminin hemen altında yer alan arapça tabela, binanın tarihini bir bakışta ve gayet güzel özetliyor size.

Biz Türkler için Selanik’in en önemli ziyaret noktası ise, kuşkusuz Atatürk’ün evi. Türk Konsolosluğu’nun bahçesinde yer alan bu cumbalı pembe evin resmini bütün ilkokul kitaplarımızda göre göre hepimiz ezberlemişizdir. Evin gerçeğinin de tıpkı resmi gibi olduğunu söyleyebilirim. Fotoğraflarda görünmeyen tek nokta, evin bir ara sokağa bakıyor olması. Dükkanlar, park halindeki arabalar ve trafik, manzaranın önceden hesaba katmadığımız bir parçası.

Evi ziyaret etmek için konsolosluğun kapısını çaldık. Bizimle birlikte sıraya giren birkaç Türk grup daha vardı. Kapı açılınca bahçeye girdik, bir konsolosluk görevlisi gelip pasaportlarımızı aldı. Konsolusluk binasının etrafını dolanıp Atatürk’ün evinin önüne geldik. Bu kez bir başka görevli kapıda elimize birer tanıtım kitapçığı verdi ve başladı 10-12 kişilik grubumuza evi gezdirmeye.

Atatürk’ün aslında sadece ilkokul çağlarını geçirdiği, sonrasında askeri okullarda yatılı okuması nedeniyle ancak tatillerde gelebildiği bu ev, Birinci Balkan Savaşı’ndan sonra Selanik’in kaybedilmesi ve burada oturan Türkler’in Anadolu’ya göçmesi sonrasında Yunanlılara kalmış. Uzun yıllar Yunanlı bir ailenin oturduğu eve, 1933’te Selanik Belediyesi bir tabela asmaya karar vermiş. Giriş kapısının yanına asılan bu mermer levhada şunlar yazılı: “Türk milletinin büyük müceddidi (yenilikçisi) ve Balkan ittihadının müzahiri (mimarı) Gazi Mustafa Kemal burada dünyaya gelmiştir. İşbu levha Türkiye Cumhuriyeti’nin onuncu yıldönümü minasebetiyle konmuştur.” O sıralarda iki ülkenin ilişkilerinde yumuşama ve barış var. Her iki tarafın üyesi olduğu Balkan Paktı yeni kurulmakta. Türk-Yunan dostluğunu simgelemek üzere kapıya takılan bu levha yetmemiş, Selanik Belediyesi 1937’de evi Yunanlı sahibinden satın alıp Atatürk’e hediye etmiş. Ondan sonra da ev onarılıp 1953’te müze haline getirilmiş.

Ne yazık ki, Atatürk’ün çocukluğundan geriye -askeri okul kimliği ve karnesi hariç- hiçbir eşya kalmamış olduğundan, bugün evin içinde orijinal bir tek mobilya yok. Evde bulunanlar Türkiye’nin çeşitli yerlerinden döneme uygun olarak toplanıp getirilmiş. Orijinal olan tek şey, Atatürk’ün yine Ankara’dan, İstanbul’dan getirilen birkaç parça kişisel eşyası: Smokini, eldivenleri, konçlu rugan ayakkabıları, likör takımı, tesbihi, adının başharfleri işlenmiş mendili, markalanmış fuları… gibi. Dolayısıyla gezdiğiniz yer aslında bir müze değil, canlandırma yapılmış bir mekan sadece.

Bunu bilmemize rağmen, yine de büyük bir heyecanla gezip her odada ayrı ayrı fotoğraf çektik. Bizimle gezen gruptaki herkes de aynı şeyi yaptı. Bizi gezdiren görevli, her yıl 20 ila 25.000 kişinin Atatürk’ün evini ziyarete geldiğini anlattı sohbetimiz sırasında. Ortalama günde 60-70 kişi demek. Hiç fena değil. Buraya sanki biraz daha mı özen göstermek gerekiyor, ne?

Atatürk’ün evinden sonraki durağımız Selanik’in görsel simgesi sayılan Beyaz Kale’nin karşısındaki lokantalar. Bir yandan Ege Denizi’ne karşı yemeğimizi yerken, bir yandan da 4.yy’da şehri denizden gelecek tehlikelere karşı savunmak üzere yapılmış, bir ara hapisane olarak da kullanılmış, bugünse kendi halinde bir müze olan Beyaz Kale’yi seyrettik.

Yemekten sonra şehrin sokaklarını arşınlamaya devam ettik. Ayaklarımız bizi bir ara bir pasaja soktu. Pasaj minik minik meyhanelerle, mavi sandalyeli şirin balık lokantalarıyla dolu. Girişe yakın köşedeki bir meyhane o sırada çiseleyen yağmurdan kaçanlar tarafından tıklım tıklım doldurulmuş. Meyhaneci yağda haldur huldur bi’şeyler kızartıp tezgaha serdiği gazete kağıdı üzerine anında servis yapıyor. Masa, çatal, bıçak, servis falan yok. Elinizle dalıyorsunuz. Balık, et, karides, tavuk, midye… Bahtınıza ne çıkarsa 🙂

Oradan çıktık, çarşı pazar dolaşa dolaşa Nişantaşı gibi bir bölgeye geldik. Bu seferki manzara az öncekinin tam tersi, şık mı şık kafeler ve dünyaca ünlü markaların dükkanları karşımızda. İşte bu sırada Mastihashop’u gördük. Yunanlılar’ın bu dünyaya armağanı, yeryüzünün sadece tek bir yerinde yetişen efsane ürünleri “sakız”, yani “mastiha”, bu dükkanda aklınıza gelecek binbir üründe ve formda satışa sunulmuş. Ama ne sunulmak! Sakız Adası (Chios)’nın sakız yetiştiricileri birliği bundan birkaç sene önce, muhtemelen devlete üç kuruşa sakız satmaktan sıkıldıkları için, markalaşmaya karar vermiş ve Mastihashop’un ilk adımlarını atmışlar. Tabelasından dekorasyonuna, ambalajlarından ürün çeşitlerine, pek beğendiğim konsepti işte bu sırada ortaya çıkmış (http://www.mastihashop.com). Gerek kendinize, gerek eşe dosta hediye almak için mutlaka uğramanızı tavsiye ederim. Mastihashop Atina’da ve Atina havaalanında da varmış, aklınızda bulunsun.

Son olarak, Selanik’in İzmir’dekini andıran uzuuun kordon boyunda önce biraz yürüyüş yaptık, sonra da kıyı boyunca uzanan barlardan birinde birer içki yudumlayıp günbatımını izledik. Saat sekizde, nihayet evimize dönmek üzere, trenimize bindik.

Gezimiz çok ama çok yorucu, birazcık eziyetli, kimi zaman rahatsızlık verici, ama çoğu zaman çok eğlenceli, pek maceralı ve bol neşeli geçti. Onlarca yeni yer gördük, yüzlerce yeni bilgi öğrendik. Aynı insanlar değiliz, yola çıktığımızdan daha zenginiz artık (İki kişi 1800 Euro harcamışız yavrucum, ne zengini?!).

Sonuç olarak, herkese tavsiyemdir!

PAYLAŞ: